Cemal Can - DoktorTakvimi.com

Merak Ettikleriniz

Gelidonya Psikolojik Danışmanlık Merkezi

Theraplay bireyi içine çeken, neşe dolu, ilişki odaklı bir çocuk ve aile terapisidir. Çocuk ve ebeveyn arasındaki sağlıklı etkileşimleri arttırarak uyumlu ebeveyn çocuk ilişkisini hedef aldığından ebeveyni terapi sürecine aktif olarak dahil eder. Yani seanslara ebeveyn aktif olarak katılır. Amaç bağlanma ile ilgili olumlu içsel çalışan modelleri aktive etmek (değerliyim, seviliyorum, güvendeyim ) özdüzenlemeyi arttırmak ve güven duygusuyla ilgili neşeli paylaşımları teşvik etmektir. Theraplay aynı zamanda ebeveyni kendi başlarına iken de güçlendirmeyi hedefler. Theraplay özellikle 18 ay ile 12 yaş arası çocuklarla çalışılsa da bebeklikten yetişkinliğe kadar her yaşa hitap eder.

Ebeveyn çocuk ilişkisi Theraplay’in esas odağıdır. Theraplay güçlü bir teorik zeminde geliştirilmiştir. Hassas bakım ve oyuncu etkileşimin beyin gelişimini desteklediği böylece çocuğun kendisine, diğerlerine ve dış dünyaya karşı olumlu içsel çalışan model oluşturmasını sağladığı ve bu durumun etkilerinin ömür boyu sürebildiği çeşitli çalışmalarda gösterilmiştir.

Theraplay uygulamalarında amaç çocuk ile ebeveyn arasında düzenli, uyumlu, keyifli ilişki yaratma ve bu ilişkiyi yönlendirecek ayarlamalar yapmaktır. Bu durum çocuğun kendilik algısında olumlu değişime neden olur. Ebeveynin şimdi ve buradaya odaklandığını kendisiyle uyumlandığını gören çocuk da duygularını düzenleme kapasitesini (regülasyon) arttıracaktır.

Theraplay çalışmalarında stres düzenlemesi yapan çocuğa yardım için uygun miktarda dokunma kullanılır. Theraplay dokunması besleyici ve sağlıklıdır. Theraplay dört temel boyuttan oluşur. Yapı aktivitelerinin amacı çocuğun deneyimlerini organize etmek ve düzenlemektir. Yetişkin sınırlar koyar. Çocuğu güvende tutar ve aktiviteler dizisini tamamlamasına yardımcı olur. Bağlılık aktivitelerinin amacı çocukla eğlenceli pozitif bir bağ kurmak ve bu bağı sürdürmektir. Çocuğa dikkatli ve yoğun bir şekilde odaklanılır ve yeni deneyimlerden zevk alması için cesaretlendirmek ve teşvik etmek hedeflenir. Besleme aktivitesinin amacı çocuğun ilgiye değer olduğu ve yetişkinlerin çocuğun istemesine gerek kalmadan ilgi ve bakım sağlayarak ihtiyaçlarını karşılaşmaya hazır olduğu mesajını güçlendirmektir. Bu çocukların kaygılarının sakinleşmesine ve öz-saygılarının artmasına, davranışlarının düzenlemelerine yardımcı olur. Mücadele aktivitelerinin amacı ise çocuğun yeterlilik duygusunu geliştirmek, çocuğun yaşına göre uygun risk alabilme becerilerini teşvik etmektir. Bu aktiviteler çoğunlukla terapist ya da ebeveynin çocukla işbirliğinde gerçekleşmektedir.

Theraplay;

• Etkileşimsel ve ilişki temellidir
• Şimdi ve burada gerçekleşen tamamen yaşantısal bir deneyim sağlar
• Yetişkin rehberliğindedir
• Duyarlı, uyumlu, empatik ve yansıtıcıdır
• Sözel dönem öncesi sosyal gelişim, sağ beyin gelişimi ile yakından ilgilidir
• Çoklu duyusal bir yapıdadır
• Neşe dolu bir oyun deneyimidir

Her birey dünyaya geldiği andan itibaren bilişsel, duyuşsal ve psikomotor gelişimi boyunca yerine getirmesi gereken çeşitli sorumluluklarla karşı karşıya kalmaktadır (Yıldırım, 2016). Hemen hemen tüm toplumlarda ve günlük hayatımızda var olan, aile içinde ebeveynlerin çocuğuna karşı yerine getirmesi gereken ve çocuğunun fiziksel ve duygusal ihtiyaçlarını karşılamakla yükümlü olduğu sorumlulukları vardır. Ancak bazı durumlarda ebeveynler bu sorumlulukları tam olarak yerine getiremez ya da bu konuda tam bir yeterlilik gösteremez. Bu tür durumlarda ailelerdeki ebeveynlerin yerine getirmesi gereken görev ve sorumluluklar çocuğun omuzlarına yüklenebilir. Munuchin’e (1988) göre aile içindeki ebeveynlerin yerine getirmesi gereken ancak, çocuğunun omzuna yüklenen bu sorumluluklar ailedeki üyeler tarafından yeniden düzenlenerek denge durumuna ulaşılmaya çalışılır (Akt. İplikçi ve Şahin-Acar, 2019). Ancak burada önemli olan çocuğun yerine getirmesi gereken sorumlulukların onun gelişimsel özellikleriyle uyumlu olarak yerine getirilmesidir (Yıldırım, 2016). Çocukta ebeveynleşme kavramı alanyazında ebeveyn ve çocuk arasındaki rollerin karşılıklı olarak yer değiştirmesini ve aynı zamanda çocuğun gelişim dönemi özelliklerinin dikkate alınmamasını ifade etmektedir. Ebeveynleşmeye maruz kalan çocuğa yaşıyla orantısız sorumlulukların yüklenerek, çocuk anne babasının ebeveyni haline gelmektedir (Mika, Bergner ve Baum, 1987; Chase, 1999; Munichin ve diğerleri,1967).

Ebeveynleşme kavramı üzerine yapılan alanyazın taraması sonucu kavramı açıklamaya yönelik çeşitli tanımlamalar olduğu bulunmuştur (Chase, 1999). Chase’e (1999) göre ebeveynleşme, çocuğun kendi ilgi alanları ve ihtiyaçlarını bir kenara bırakıp ebeveynlerinin ihtiyaçlarına aşırı duyarlı hale gelerek bir nevi kendinden vazgeçerek ebeveynlerinin ihtiyaçlarını yerine getirmek için çabaladığı bir süreci ifade etmektedir. Bu süreçte her daim ebeveyninin ihtiyaçlarını yerine getirmeye çalışan çocuk, kendi ihtiyaçlarının diğerlerinin ilgi ve istekleri kadar önemli olmadığını düşünerek bu davranım şeklini alışkanlık haline getirmekte ve hatalı çıkarımları ileriki yaşamında da kullanmaya devam ederek kendine duyarsız hale gelmeye başlamaktadır. Böylece kendi ihtiyaçlarına bakmaksızın önceliği her daim başkalarına vermeye alışkanlık haline getirmektedir.

Minuchin’e (1981) göre her ailede bireylerin oluşturduğu alt sistemler mevcuttur ve alt sistemlerdeki üyeler aile içindeki kuralların ve sınırların nasıl olduğuna ya da olması gerektiğine yönelik çeşitli ipuçları sunmaktadır. Bu bağlamda, aile sistemini oluşturan alt sistemler arasındaki sınırların belirsizliği ya da bu sınırların yanlış ve çocuk açısından dezavantajlı olarak belirlenmesini ifade eden ebeveynleşme kavramı, ilişkisel çerçeve içerisinde ele alınmıştır (Boszormenyi-Nagy ve Spark, 1973). Araştırmalara göre ebeveynleşen çocukların anne babaları, bu çocuklardan kendilerinin ebeveyni ya da eşi gibi rol modellere girmesini ve bu rolün sorumluluğu doğrultusunda davranmalarını beklemektedir (Köyden, 2015).

Özetle, aile içi ilişkilerin dengesi, ebeveynleşme kavramında yer alan en önemli noktalardan biridir. Ebeveynleşme kavramını, ilişkisel bağlamda ele alan Boszormenyi- Nagy ve Spark (1973); ebeveynleşme kavramını, aile alt sistemlerindeki adaletsiz görev paylaşımının yanı sıra, anne babanın çocuklarından ebeveynlik rolünü bekledikleri bozulmuş ve eşit olmayan bir ilişki örüntüsü olarak ifade etmişlerdir. Ancak bazı durumlarda, karşılılık ilkesine dayanarak yürütülen ilişkilerde aile içi ilişkilerde denge durumu sağlandığında, ebeveynleşmenin zararlı olmadığı bilinmektedir (Boszormenyi- Nagy ve Spark, 1973). Yani çocuğun ebeveyni için ve anne babanın da çocuğu için üstlendiği görevler, dengeli ve karşılıklı olduğunda ebeveynleşme sorun olmaktan çıkmaktadır (Chase, 1999).

Bu bağlamda özellikle Türk kültüründe aile çocukların fedakarlık ve olgun davranışlarının olumlu olarak pekiştirilmesi ve bu davranışların desteklenmesiyle, günümüzde pek çok çocuk, ebeveynleşmeye aile içinde yaş aralığı fark etmeksizin maruz kalabilmektedir. Köken aileye karşı sınır koyabilmek ve gereken durumlarda hayır diyebilme becerisini kazanmak, bireyi ailesine ve toplumdaki diğer kişilere karşı daha kötü bir kişi haline getirmemekte aksine kendisini korumasına yardımcı olmaktadır. Çocukluktan ergenliğe, ergenlikten yetişkinliğe kadar her gelişim döneminde görülebilen ebevyenleşme olgusuna yönelik her bireyin farkındalık kazanması dileğiyle..

Uzman Psikolojik Danışman Zehra Ezer

Deneyimsel oyun terapisi ,Çocuk merkezli oyun terapisinden doğmuştur. Çocukların dünyayı bilişsel seviyeden değil yaşadıkları deneyimler üzerinden kavramaları üzerinde durur. Oyun ile çocuklar deneyimlerini hem de hem de duygularını ifade ederler. Çocuklar duygularını bilişsel olarak ifade edemediğinden oyuncakları ve metaforları kullanırlar. Oyuncak çocuğun dilidir.

Deneyimsel oyun terapisi çocuğun iyileşme potansiyelinin yine kendisinde olduğuna güvenen oyun terapisi modelidir. Çocuk hayatındaki zorluk ve ikilemlere ilişkin en doğru bilgiye sahip kişidir. Oyun da çocuğun yönlendirmesiyle olmalıdır. Bu süreç içinde çocuk oyuncaklardan hayal gücünden ve simgesellikten yararlanarak deneyimlerini canlandırır.

Oyun odasında çocuk istediği oyuncakları seçer. Oyun çocuğun liderliğinde devam eder. Çocuklar oyun aracılığıyla duygularını tekrar tekrar yaşantılarlar. Böylece çocuk duygularıyla baş etmeyi duyguyu regüle etmeyi öğrenir. Terapist ise çocuk için güvenli bir ilişki sağlar. Teropatik sorunları çalışabileceği bir temel kurar. Terapist ilişkiye odaklanır. Aynı zamanda çocuğun duygularını aynalar. Bu yansıtmalarda terapist çocuğun deneyimini gözlemler ve metaforlar kullanır. Çocuk problemlerini gözden geçirir, tolere edebileceği şekilde yeniden inşa eder.

Deneyimsel oyun terapisinin sağladığı ortam sayesinde çocuk kaybettiği gücü yeniden kazanır. Oyunda hem çocuk hem terapist hareket halindedir. Yaşantını neden olduğu stresi boşaltmak ve çocuğun iyileşme sürecinde kuvveti kazanması için devinimden yararlanır. Terapist çocuğun verdiği rolleri yüklenir. Çocuğun iyileşme sürecinde çocuğa destek verip güçlendirir.

Çocukla terapist arasındaki ilişki önemli olduğundan terapinin farklı aşamalarını anlamak önemlidir. Terapist uygun yansıtmalar ve aynalamalar yapmazsa ilerlemek imkansızdır ve terapiyi engeller. Terapi süreci beş aşamayı kapsar. 1) Kesif aşaması 2) Güveni test etme aşaması 3) Bağımlılık Aşaması 4) Terapatik büyüme aşaması 5) Sonlandırma aşaması

Deneyimsel oyun terapisinin yardımcı olduğu konular;
-Duygu durum bozuklukları (Depresyon, Anksiyete)
-Bağlanma sorunları
-Gelişimsel sorunları
-Ayrılık anksiyetesi
-Travma Sonrası Stres Bozukluğu (PTSD)
-Boşanma süreci
-Özgüven sorunları
-Sosyal problemler
-Seçici konuşmazlık (selective mutizm)
-Mükemmeliyetçilik
-Obsesif Kompulsif Bozukluk (OKB)
-Kaygı Bozuklukları
-Davranış Bozuklukları

Sağlıklı olabilmenin ön koşullarından birisi yeterli ve dengeli beslenmektir. Beslenme; sağlığı korumak, geliştirmek ve yaşam kalitesini yükseltmek için bilinçli yapılması gereken bir davranıştır. Beslenme ihtiyacının karşılanması, biyolojik bir gerekliliğinin yanı sıra psikolojik açıdan da önemlidir. Bireyler öfkelendiklerinde ya da kendilerini baskı altında hissettiklerinde normalden daha fazla yiyecek tüketebilirler. Bu yiyecek tüketiminin yapıldığı yeme problemlerinden birisi de duygusal yeme (emotional eating) olarak tanımlanmakta olup duygusal yeme olumsuz duygulara karşılık olarak gelişen aşırı yeme eğilimini anlatan bir yeme bozukluğudur.

Fiziksel açlık vücudun çalışması için gereken yeterli yakıt miktarının alınmasını sağlayan içgüdüsel ve koruyucu bir metabolik olaydır. Fiziksel açlık vücut kimyasal parametrelerinde örneğin kan şekerinin düşmesi gibi bir takım değişiklikler gösterir. Duygusal açlık ise, kişinin ruh hali değişiklikleriyle etkilenen, açlık ve tokluk kavramlarından uzak duygusal yeme isteğidir. Kişiler duygusal yeme bozukluğunda mutlu, üzgün, sinirli veya stresliyken kendisini iyi hissetmek için yemek ile duygusal açlığını gidermek isteyebilir. Duygusal açlığın oluşumunda birçok etken olabilir. Stres, can sıkıntısı, boş vakit değerlendirme, çocukluk alışkanlıkları, ödül-ceza geçmişi, sosyal çevre ve düzensiz beslenme faktörleri duygusal açlığı artıran durumlardır.

Duygusal Açlığın Belirtileri Nelerdir?
• Fiziksel açlık yavaş yavaş gerçekleşir, kademelidir. Fiziksel açlık, yeme zamanının gelmekte olduğunun sinyallerini verir. Duygusal açlık bir anda belirir. Fiziksel açlık midede burukluk, guruldama gibi fiziksel belirtiler gösterir. Duygusal açlık beyinde aniden ve kontrol dışı başlar.
• Fiziksel açlıkta doygunluğa ulaşınca kişi yemeyi bırakır. Duygusal açlıkta mide doysa da beyin beslenmek ister, tam doygunluğa ulaşamaz.
• Duygusal açlıkta öğün saatleri dışında aniden ortaya çıkan acıkmalar ve bu acıkmaların genellikle yoğun tatlı, karbonhidratlı ya da daha fast food gibi erişimi kolay yiyeceklerle doldurulma isteği yüksektir. Duygusal açlık, SPESİFİK BİR YİYECEK İSTER! Çikolata, makarna ya da hamburger gibi spesifik bir yiyeceği yemek istersiniz. Yerine başkası geçemez!
• Duygusal açlıkta, kişinin ani açlık krizlerine toleransı düşüktür ve doygunluk hissi oluşmaz. Fiziksel açlıkta ufak bir atıştırmalık açlık hissini bastırabilir. Duygusal açlıkta kişi atıştırmalık ile açlık hissini bastıramaz. Fiziksel açlıkta kişi doygunluğa ulaşır, yeme ihtiyacını karşılamış olur. Duygusal açlıkta yeme eyleminden sonra yediklerinden pişman olma söz konusu olabilir. Duygusal açlıkta gelen pişmanlık, kendini suçlama hissi kaçınılmazdır ve kişi pişmanlığın yarattığı duygusal boşluğu kapatmak adına yeni bir yeme döngüsüne girer.
• Fiziksel açlıkta kişi yemek için bekleyebilir. Duygusal açlıkta birden kendisini buzdolabının karşısında bulabilir. Duygusal açlık, BİR DUYGUYA EŞLİK EDER. "Patronunuzla bir sorun yaşadınız",’’İşleriniz istediğiniz gibi gitmiyordur..’’ Duygusal açlık çoğunlukla üzücü bir durumla bağlantılı olarak meydana gelir.
• Duygusal açlık AÇ DEĞİLKEN BİLE YEDİRİR ve FARKINDA OLMADAN YEMEYİ İÇERİR. Örneğin, 1 paket kurabiyenin, cipsin hepsini yediğinizin farkına varamayabilirsiniz.
• Duygusal yeme, YEMEYE İLİŞKİN SUÇLULUK DUYGUSUNU ARTTIRIR. Duygusal yemenin çelişkisi burda başlar. Kendinizi daha iyi hissetmek için yersiniz, daha sonra kurabiye, pasta ya da hamburger yediğiniz için pişman olur ve telafi yolları ararsınız.

Duygusal Yeme Bozukluğu Yaşıyorsak Neler Yapabiliriz?

Duygusal yeme ataklarınızı tetikleyen duygularınızı keşfederek başlayabilirsiniz. Bu konuda farkındalık kazanmak ve baş etme yöntemleri geliştirmek oldukça önemlidir. Tetikleyici durumlar karşısındaki yöneliminizi değiştirmeniz gerekebilir. Olumsuz duygular yaşadığınızda bir atıştırmalık hazırlamak yerine bu davranışı spor yapmaya ya da güneşli bir havada yürüyüşe, resim yapmaya, müzik dinlemeye ya da söylemeye çevirebilirsiniz.

Yemek yeme zamanlarınızın peşine düşerek, kendinize bir keşif günlüğü tutun. Yemek yeme istediğiniz en çok ne zamanalar da ortaya çıkıyor? Hangi duygular yaşadığınız hangi besinlerden yediniz, ya da ne kadar miktarda yediniz bunları kaydedebilirsiniz. “Kötü hissediyorum” genellemesinden ziyade hisleri “üzüntü, endişe, öfke” gibi tanımlamak ve hangi durumun bizi atıştırmalıklara yönlendirdiğini görmek gerekir. Örneğin, uzun bir günün ardından işten eve döndüğünüzde kendinizi bir paket cipsi yerken buluyorsanız, bu iş yerinde bir stres faktörünün sizi tetiklediğinin habercisi olabilir.

Yeme isteği geldiğinde, sağlıklı bir baş etme yöntemlerinin yer aldığı yapılacaklar listesi (film izlemek, müzik dinlemek vb.) oluşturulup yeme isteği geldiğinde kullanılabilir.

Duygularınızı bastırmayın. Bastırılan duygular kaybolmazlar, farklı şekillerle gün yüzüne çıkarlar. Sağlıklı bir şekilde ifade etmenin yollarını araştırabilirsiniz.

Duygusal yeme davranışının neden olduğu bir kilo probleminiz varsa bunu diyetisyene danışmak, sağlık kontrolüne gitmek iyi bir fikir olabilir. Fakat sağlıklı bir yeme rutini oluşturmaya çalışırken kendinize kilo verme hedefi koymayın.

Pek çoğumuz, zaman zaman canı çektiği için aç olmasa da keyfi olarak bir şeyler yiyebilir. Ancak, bu keyfi yemelerin sıklığı artmaya başladıysa ve üzüntü, stres, öfke gibi olumsuz duyguların ardından şekerli, yağlı, unlu yiyeceklere yönelme oluyorsa duygusal yeme ataklarının yaşandığı söylenebilir. Sık sık diyete başlayıp bırakıyorsanız, olumsuz duygularınızla baş etmekte zorlanıyorsanız, başarısız diyet girişimleriniz olduysa, sağlığınız tehlikeye girmeye başladıysa ve yerken kendimi durduramıyorum diyorsanız Psikoterapi desteği ve bir beslenme uzmanından destek almanız faydalı olabilir.

Uzm. Psk. Dan. Zehra EZER

Romantik ilişkilerde yaşanan en büyük problemlerden biri, çiftlerin etkileşimlerinin azalması, olumsuz kanallarla gerçekleşmesi ve iletişim kurma çabalarının zamanla azalarak verimsizleşmesidir. Rahatsız olunan noktalar yapıcı bir şekilde ifade edilememesi onarımların başarılı olmasını engelleyen dört olumsuz iletişim biçiminin habercisi olabilir. Gottman Çift Terapisinin kurucuları John ve Julia Gottman, bu olumsuz iletişim biçimlerini ‘Mahşerin Dört Atlısı’ olarak açıklamıştır. Çiftler, Dört Atlıdan kaçındıklarında daha sağlıklı ve işlevsel bir iletişim sağlayacakları ve buna bağlı sevgilerinin de sağlamlaşacağı düşünülmektedir.

Birinci Atlı: Eleştiri

Romantik ilişkilerde bireyin partnerine karşı rahatsız olduğu şeyleri ifade etmesi ne kadar önemliyse tüm bunları nasıl ifade ettiği de çok önemlidir. Eleştiri, tartışma sırasında karşı tarafa sen hatalısın, senin negatif yanların var, sorunlusun mesajı vermektedir. Ayrıca eleştiren kişi aktif olarak sen dilini kullandığından karşı tarafı kendisini suçlanmış hissettirmektedir. İletişim kurarken, hoşunuza gitmeyen noktaları karşı tarafı suçlayarak değil de bu durumun sizde yarattığı etkiler üzerinde konuşmak daha işlevsel olabilir. İhtiyacınızı partnerinize daha olumlu bir şekilde ifade edebilirsiniz.

Örneğin; “Sürekli her şeyin kendi istediğin gibi olmasından bıktım, ne kadar bencilsin.” ifadesi eleştiriyken; “Benim fikrimi sormadığında kendimi önemsiz hissediyorum, lütfen bu konuda daha dikkatli olur musun?” daha yapıcı bir iletişim yöntemidir.

Sağlıklı bir ilişkide “sen” ifadesiyle eleştirmek yerine “ben” dilini kullanmak ve duyguları ifade etmek daha işlevseldir.

İkinci Atlı: Horgörü

İlişkilerde olmaması gereken en olumsuz davranış biçimlerinden birini oluşturmaktadır. Eşlerden birinin kendisini diğerinden üstün görmesi ve diğerini küçümsemesi durumudur. Bu durum aynı zamanda romantik ilişkide yaşanan duygusal istismar örneklerindendir. Böyle bir ilişki biçiminde çatışmaların çözülmesi imkânsız hal alacak ve ilişkinin bitmesine yol açacaktır.

Örneğin; “Tam bir beceriksizsin” “Ben sana söylemiştim.” “Bu yaptığın tam bir aptallık.” vb. kişiliğe yönelik suçlamalar aşağılama mesajlarını içermektedir. Sağlıklı bir ilişkide olması gereken, takdir etme ve saygı duymadır.

Üçüncü Atlı: Savunmacılık

Romantik ilişkinizde suçlandığınızı hissettiğinizde kendinizi savunmak istemeniz çok haklı bir gerekçedir. Ancak savunma biçimleri işlevsiz olduğunda saldırıya geçmek ya da mağdur rolü oynamak gibi davranış biçimlerini içermektedir. Savunmacı tepki kimi zaman haklı bulunsa da çatışmayı sona erdirmez aksine gerilimi arttırması çok olasıdır. Savunmada en belirgin özellik karşı tarafın söylediklerini duymamaktır. Çiftlerden biri diğerini eleştirdiğinde diğeri savunma pozisyonuna girer; ancak savunma bir çeşit karşı tarafı suçlama olduğundan ve “sorun bende değil sende” mesajı içerdiğinden çatışma artarak devam eder. Kısır döngü oluşur.

Örneğin, “Bu senin yüzünden.”, “Bunun sorumlusu sensin.” , “Asıl sen bunu daha çok yapıyorsun.” gibi ifadeler savunma ve aynı zamanda da suçluluk içermektedir. Sağlıklı bir ilişkide olması gereken, tartışma sırasında sorumluluk alarak sorunun bir kısmını kabul etmektir.

Dördüncü Atlı: Duvar Örme

İlişkiye en çok zarar veren davranışların başında duvar örme gelmektedir. Duvar örme, tartışma sırasında çiftlerden birinin fiziksel ve ruhsal anlamda iletişimi kesmesi, sözel olmayan bedensel ifadeleri kesmesi (kafa sallamak, göz iletişimi kurmak) ve konuşmamasıdır. Tüm bu davranışlar, karşı tarafa “değersiz” hissettirdiği için çok tehlikelidir ve anlaşmazlığın çözülmesi yönündeki tüm umutları da söndürmektedir.

Örneğin, küsmek ya da suskun kalmak bir duvar örme davranışlarındandır. Sağlıklı bir ilişkide olması gereken, sakinleştikten sonra çiftlerin sorun hakkında konuşmasıdır.

Uzman Psikolojik Danışman Zehra Ezer

Kaynakça: Gottman, J.& Siver, N.(1999).The Seven Principles for Making Marriage Work: A Practical Guide from the Country’s Foremost Relationship Expert.

0-3 yaş dönemindeki bebek ve çocuklar ölümü bilişsel açıdan anlayamazlar. Ölen kişinin boşluğunu ve yokluğunu hissederler, kendilerini bilişsel açıdan ifade edemeyen çocuk bedeninde acı, gerginlik hisseder. Yaşadığı kayıp bakım vereni olduğunda ihtiyaçlarının karşılanmaması ile ilgili gerginlik yaşarlar . Bu yaş aralığındaki çocuklarda üzüntü kaygı yeme bozuklukları uyku sorunları gelişimsel sapma regresyon artmış ağlama görülebilecek olası tepkilerdir. Çocuğun ihtiyaçlarının karşılanması ve stabil bir bakım verenin olması çocuklara yapılabilecek en önemli yardım olarak tanımlanabilir.

3 Yaş üstü çocuklar ise ölümün herkesin başına gelen bir olgu olduğunu kavrayamaz. Özellikle de kendisinin de ölümlülüğü ile ilgili bir algıya sahip değildir. Bu yaştaki çocuklar ölen yakınını bir daha göremeyeceğini kavramakta zorlanır. Bu yaştaki çocuklara ölüm olabildiğince somut olarak ifade edilmelidir. Artık kalbinin atmadığı canının acımadığı bir daha gelmeyeceği anlatılmalıdır. Bizi görüyor cennete gitti vb. anlatımlar çocuğun ölümü geri gelinebilen bir yer şeklinde algılamasına neden olabilir. Hasta olduğundan öldü, yaşlandığından öldü, uykuda öldü vb. söylemler, çocuğun korku ve kaygı geliştirmesine neden olabilir. Bu dönem çocuklarda enurezis, enkoprezis, uyku bozuklukları, öfke nöbetleri, hiperaktivite gibi semptomlar görülebilir.

Okul çağında çocuklar ölen kişinin gelmeyeceğini kavramaya başlar. 7-11 yaş çocuklar ölümün evrensel geri dönülemez bir süreç olduğunu kendilerinin de bir gün öleceğini bilir. 7-11 yaş arasında çocuklar ölümü kabullenmez ve karşı çıkarlar. Bu dönemde çocuk gerçeklikten kaçma ve hayallere sığınma gibi tepkiler verebilir. Ancak ölüm kalıcıdır, ölüm biyolojiktir, ölen düşünmez, hissetmez. Çocuk bu gerçeklikleri kavrayabilir. Bu dönemde çocuklarda somatik yakınmalar, okul reddi düşük okul başarısı, dikkatini verememe, kavgacılık, saldırganlık gibi semptomlar görülebilir.

Ölüm çocuğa söylenirken daha öncesinde yakın ilişkisi olan biri tarafından söylenmelidir. Sana benim için söylenmesi zor bir şey söyleyeceğim. Annen ,baban kardeşin öldü,o artık yaşamıyor gibi net cümlelerle ifade edilmelidir. Çocuğa bugün evimize pek çok kişi gelecek bizimle üzüntümüzü paylaşacaklar. Belki çok ağlayanlar ya da sessizce üzüntüsünü yaşayanlar olabilir. Sen de üzüntünü pek çok farklı şekilde yaşayabilirsin.

Çocuk için bağlanma figürünün ölümü sevdiği birini kaybetmenin ötesinde gelişimsel bir kayıptır. Bu yaşlardaki çocuklar için hayatta kalanların refakati, güvenli dokunuşları, yeniden rutinlerin oluşması, öngörülebilen güvenli adımları planlamak yapılacak psikolojik desteğin temelini oluşturur.

Ergenlik döneminde ölüm yetişkin gibi algılanabilir. Duygu-durumunda iniş çıkışlar yaşayan ergen ölümle ilgili suçluluk duyguları yaşayabilir.

Kayıpla temas eden çocuk pek çok duyguyu deneyimler. Çocuğa yas tutma alanı veren yetişkinlerin varlığı ve ortamı oldukça önemlidir. Yetişkinlerle çocukların duygularını paylaşabilmesi, anıların paylaşılması oldukça önem arz eder.